ELİF DAĞDEVİREN
Görüntülenme: 13866

ELİF DAĞDEVİREN

BECERİ VE GÜÇ
Söyleşiyi Yapan: Yeliz Gül Ege
Yer: Rixos Downtown Hotel
Tarih: 13 Ekim 2016

Galeri

Söyleşi


Elif Dağdeviren nerede doğdu?
1967’de Ankara’da doğdum.

Doğduğu dönemki Ankara ve kadınları nasıldı?
Ankara bürokrasi ve büyükelçilikler şehri. Dolayısıyla biz kadınların açısından şanslı bir ortamda büyüdük. Büyükelçilikler ve Ankara’nın bürokrasi hayatına yayılmış olan, bu dünya kültürü, kadının ön planda gözüktüğü bir kültür. Yani dünyadan gelen büyükelçilerin bazıları kadın, bazılarının eşleri çok faal. Ben de ailemin işleri itibariyle, annem  Ulaştırma Bakanlığı Müsteşarı o dönemki, babam Televizyon Dairesi Başkanı olduğu için ki o zaman TRT tek kanal, benim hayatım biraz protokol geçti. Protokolün içinde de kadın, özellikle dediğim bu uluslararası ilişkiler ortamında yani faal kadınlar arasında büyüdüm. Mesela benim İstanbul’a geldikten sonra öğrendiğim bir takım kavramlar oldu. Yarı İstanbulluyuz, annem İstanbullu, her yazım İstanbul’da geçti. İstanbul’da, koca bir birey olduktan sonra öğrendiğim bazı kavramlar oldu. Bunlardan birisini şöyle anlatayım; Ben Ankara Kolejinde okudum, orada bir sürü çocuk var, kimi burslu, kimi memur çocuğu. Özel okul olmasına rağmen kozmopolit bir buluşma ve orada öğrendiğim şeylerden birisi şuydu, biz kimsenin annesi veya babası ne iş yapar bilmeyiz ve veliler gününe bazen babalar gelir, çünkü anneler çalışıyordur memuriyette, bazen de anneler gelir. Hiç aaa bir sürü anne bir tane baba var aralarında, diye bir şey yoktur. “Ahmet kimin oğlu?” “Ayşe annesi ne iş yapıyor? Soyadı ne?” Bunlar benim İstanbul’da öğrendiğim kavramlar oldu. İkincisi de hangi dine mensuptur ve o dinin içinde hangi sekte mensuptur gibi bir şeyi büyüyüp, iş hayatına atılana kadar duymadım ben. Müslüman mı, Hristiyan mı Alevi mi değil mi. O kadar ilgim yok ki, geçen bir röportaj yaparken Antalya Film Festivaline siz Alevi kanalları çağırıyor musunuz diye sordular, ben Alevi kanal ne demek, böyle bir ayrım yok. Çağırılır ya da çağrılmaz veya bunun üzerinden bir sorur ürer gibi bir şey yok. Çünkü çocukluğumun kodunda yok. Bir şey daha var öğrendiğim. Hangi etnik kökene sahiptir. Bu konuşulmaz. Bu Kürt, bu Laz, o Ermeni, bu Yahudi: Din konuşulmaz, köken konuşulmaz, kadın-erkek konuşulmaz. Yani ben şimdi dönüp baktığımda, hem de bütün politikanın ortası Ankara’da nasıl bunlar konuşulmadan büyüdüğümü, ya da bu bize nasıl ayrımcılık olarak hissettirilmeden büyüdüğümü bilmiyorum. Herkes aynıydı, herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydı veya Türkiye Cumhuriyetinde çalışmış olmaya gelen konuklardı. Şimdi biz bu ideal düzeni nasıl kaybettik veya o ideal düzen orada vardı, geri kalanda nasıl yoktu bunu hala çözebilmiş değilim.

Siz bunu görmüşsünüz, ben bunu görmedim. Acaba görmemek mi daha iyi? Ankara’da bahsettiğiniz düzeni görmedim ben hiç, İstanbul’da bahsettiğinizi gördüm.
Bizim Ankara’da tek damga okul meselesiydi. Bu arada büyüyünce, dünya gezilerine ve iş ilişkilerine başladığım vakit fark ettiğim bir şey. Kadın-erkek ayrımcılığının sadece Türkiye’de olmadığını, Amerika dâhil her yerde şiddetle olduğu. Erkeğin bütün dünyada, bilerek, bilinçle yok etmiş olduğu kadın cinsiyeti üzerinden kendi erkek egemenliğini kurduğu bir şey. Şimdi farklı bir konuya geçip konudan konuya atlamış gibi olucam. Ben diyorum ki Hz. Muhammet, döneminin ciddi bir feministidir. Nasıl yani diyorlar, feminist olsa eşit haklar sağlamaz mıydı? Ben de diyorum ki döneme bakın, dönemsel konjonktürde Hz. Muhammet kadın hiç yokken, bir erkek istediği kadar kadına tahakkuk edebilirken ama eşi olarak ama sadece beraber olup kenara attığı köle olarak. Bir anda herkese dönüp, sadece bir tane kadını eş olarak kabul edebilirsiniz dese kimse bunu dinlemezdi o dönem. Hiç olmazsa bir sınırlama getirmiş ve bunu yavaş yavaş yapmış ve o sınırlamalara da gene kadının lehine sınırlar koymaya kalkmış. İlk eşini aldın, ilk eşinin izni olursa diyor, ilk eşin elden düşerse, ilk eşin yardıma ihtiyaç duyarsa diyor. Aslında yani o zamanın döneminde gerçek bir devrim gerçekleştiriyor. Başka bir şey daha yapıyor, kadının mirastan hiç hakkı yokken, miras hakkı tanıyor ona ama üçte iki. Aynı oranda vereceksiniz dese o zaman kıyametin ötesi kopar, yani İslam doğmaz. O dönemin içerisinde değerlendirmemiz gerek yani. Şimdi buradan baktığımız vakit, o kadar ileri bir mevzuya geçmese, bu dizimde kadın hiç yok. Şimdi ben bunu anlatırken erkek bir feminist arkadaşım dedi ki; ne de olsa o da bir erkek tarafından konumlandırılmış bir kitap. Şimdi bu benim tartışmam değil, benim tartışmam kadın meselesidir.

Erk
Erk, adı da erk. Hiç olmazsa biz onu, dönüştürebilecek gücü bize vermiş olan şeylere daha çok sarılalım. Aslında ilk mağara döneminde, bu kadın erkek ayrımcılığı nereden başlamış, ben Cosmopolitan’ın Genel Yayın Yönetmeni olarak ve arkasından Hürriyet’in Kelebek ekinde, takık olduğum bir konu olduğu için bu. Bu konuları çok dinledik, araştırdık, röportajlarını yaptık, okuduk, yazdık, konferanslarını verdik. Aslında toplumlar kadın-erkil o zaman. Bunun da çok net bir nedeni var. Erkek fiziksel gücünden dolayı dışarı çıkıp avlanıyor. Kabilelerde otomatik olarak görev dağılımı var. Kadın mağarada kalıp düzeni sağlıyor. Yani erkeğe diyor ki, sen avlanacaksın, öbür kadına diyor ki, sen yemeği yapacaksın, sen kapıyı koruyacaksın, sen ateşi yakacaksın. Fakat sonra nüfuslar ve kabileler arttıkça aile meselesi devreye girince. İnsanı olan duygumuz yani kıskançlık ve aidiyet meselesi devreye giriyor. Erkek bir süre sonra kendi fiziksel gücünün farkına varıyor ve sen niye bana git-gel diyorsun, ister giderim ister gelmem, seni koruyup yemeğini getiren benim diyor. Yani kabilenin hayatının devamı için üç temel unsur var. Bir, doğurganlık, hep ona saygı duyulmuş. Ama diğer ikisi, karın doyurma ve güvenlik. Erkekler ikiye, birle sistemi ele geçirmiş. Doğurganlık meselesinde de çocuğun annesi net belli, doğuran kadın ama babasının bu düzen içerisinde belli olmadığı net. Çünkü bizimki gibi aile üzerinden çocuk sahipliği değil, üreme hedefli birleşme, çiftleşme. Bana çok ilginç gelen, insanı diğerlerinden ayıran, insanlar dışında bütün canlılar, istisnasız beyinleri tamamlanmış olarak doğuyorlar. Bu beyin zaman içerisinde öğrenerek gelişiyor. Bu yüzden dilleri öğreniyoruz, herkes aynı dili bilmiyor. Bütün dünyada kuşlar aynı cıvıldıyor. Ama insanlar farklı konuşuyor. Erkek, gücü ele geçirdiği zaman bütün bunları toplamak için diyor ki; kuralları artık ben koyarım. Kadının yok olmaya başlaması, ikinci sınıfa geçmesi tamamen bu sistematikle doğan bir şey. Şimdi biz hala insanlık tarihinin, binlerce yıl önce var olduğu sistemin içerisinde erkek tarafından yok edilmiş gücümüzü ele geçirmeye çalışıyoruz, hala o zamanki sistemin üzerinden. Doğuran biziz, eğiten biziz, aslında en çok yatırım yapılması en güçlü olması gereken şey kadın. Çünkü görüyoruz dünyanın sistematiğinden, erkekler bu işi becerememiş. Dünyanın haline bakın. Niye kadından bu gücü almışlar. Halbuki kadın o eğitime, o güce sahip olsa, belki de dünya şuan bu kadar savaştan, bu kadar kavgadan bambaşka bir noktada olacaktı. Ben buna kafayı takmış biri olarak, kendi doğduğum sistematiğin içindeki eşitçil olması görmüş olmaktan dolayı şanslı olduğumu düşünüyorum ve bırakın Türkiye’yi dünyada yok. Yok demeyim de çok az.

Girişimci olma sürecinizden bahsedebilir misiniz? Yani bir anda ben böyle yapmalıyım mı oldu? Ya da önünüzde bir rol-model mi oldu?
Üniversiteyle eş zamanlı olarak yazları İstanbul’a gidiyordum, kışları Ankara, Hacettepe Üniversitesi, İşletme Fakültesi mezunuyum. Çok komik bir şey söyliycem size. Ben memur çocuğuyum sonuçta, annem de babam da belli seviyelere kadar yükselmiş memurlar. Babamı hiç görmedim, hep sabaha karşı gelirdi. TRT kriz demektedir, ama sonuçta memur yani belirli bir iş tanımı var. Mesela izinli olmak gibi bir tabir var. Ben galiba biraz tembellikten girişimci oldum ve özgür ruh diyeyim. Çünkü ben her sabah 9’da kalkıp bir yere gidemem. Gerekirse şu anda olduğu gibi hiç uyumam, biliyorum bu süreç geçici bir süreç, 2 ay çok ağır çalışacağım. Kendim seçtim, benim tercihim uyumamak ve bu ağır süreci yaşamak. Ama mesela Ekim 24’de bu iş bitecek, Kasım’da toparlamalar yapılacak, raporlar yazılacak, filmler geri gönderilecek, oyalayıcı işler. Ama Aralık bana ait. Tercih ettim yani bunu ama ben memur olsam böyle bir tercih şansım yok. Parasız mı kalacaksın belli bir dönem olabilir. Ama benim tercihim.

Ama paraya para demediğin gün de olabilir.
Olabilir. İyi kazandığım vakitte kenara koyup iyi değerlendirirsem, aç kalma süremi uzatırım. Aç kaldığım olmadı mı, çok oldu. Yani bir 6-7 ayın sonunda sadece krem peynir ve gliserin ile yaşadığım 2 ay oldu. Çok şahane seviniyorum, ay ne güzel 10 kilo verdim diye. Sonra bir iş aldım. Tekrar kazandım, tekrar yedim, geri aldım kiloları. Şimdi bunlar benim özgür tercihlerim olduğu için tahammül edilebilir şeyler. Bu ağır tempoda hakikaten paraya pula muhtaç dönemlerdi.

Hakkikaten karakteristik bir yapı bu.
Doğru bu karaktere bağlı. Az önce dediniz ya kazısak bir şeyler çıkar diye. Dayım o zaman çok dalga geçiyordu, söyleniyordu. Sürekli, bu kız paraları dergilere yatırıyor, o dergiler bir bakılıyor atılıyor falan. Ben dergileri biriktiriyordum. Sonra dayıma dedim ki, Cosmopolitan’ın yayın yönetmeni olduğumda; adam olacak çocukluğundan belli olur derler, gördün demi dedim. Ve ilk işim ne benim, buna çok güleceksiniz şimdi. Ortaokulda, iki arkadaş oturduk, A4 kağıtları ikiye katladık, 8 sayfa dergi gibi bişi yaptık. Ona isim yazdık, boyayla. Elimizle dergi üretmeye başladık. Derginin adı var, kapak resmi var çiçek mesela, konu var. Ben annemle röportaj yapmışım, öğretmenimle arkadaşlarımla fotoğraf, o kendi arkadaşları ile fotoğraf. Sonra bunlardan yorulana kadar ürettik, hepsi birbirinin aynısı ama. Bir tek fotoğraflar farklı, çünkü o zamanlar fotoğraflar tab ediliyor, geliyor. Sonrada bunu okulda sattık. Sonra dedik ki bu çok zevkli bir şey, her ay yapalım. Yani ben elimle çizerek, aylık dergi yaparak başladım işe…

Süpermiş, matbaa…
Aynen matbaada ben. Bir de bende hep şey saplantısı vardı. Harçlık almayacağım annemden. Farkında mısınız anne diyorum hep, çünkü figür hep anne. Çünkü babam çok çalışkan ve dağınık.

Anne sadece terlikle kovalayan değil yani?
Değil, bütün evin finansı ondan. Annem babamdan 10 yaş küçük, benden 19 yaş büyük, çok az aramız bizim. Titrerdi herkes. Mesela arkadaşlarım gelir, annem yedi buçuk, sekiz gibi işten gelecek. Ben okul çıkışı eve gelmişim, kadın açıyor kapıyı. Biz yiyip içiyoruz. Bir iki kere rastladı. Annem eve geliyor, bunları görünce nasıl bakıyorsa, çil yavrusu gibi dağılıyorlar.

Peki annenin mesleğinden dolayı mıdır bu? Bazen işteki kadın eve de bunu yansıtabiliyor fakat bazen de karakterinden dolayı olabiliyor.
Karakter, annem oğlak burcu, siyasal bilimler mezunu. Bir tık daha geriye gidersek. Annemin ve anneannemin dönemi… İkisi de çok enteresan kadın karakterleri. Zaten bir hayalim var benim, anneannemden başlayıp, annem ve benim romanımızı yazıcam.

Anneanne yaşıyor mu?
Anneanneyi maalesef genç kaybettik. Anneannem hayatımda tanıdığım en enteresan karakter. Şimdi düşünün, dönüyorum ben 40’lı yıllara. O yıllarda, İstanbul’da, İstanbullu kendisi, hanımağa gibi bir durumu var. Mesela şöyle bir durumu da var. Son derece modern bir kadın, fashion. Yılbaşı gecesi, baloya gidecek, yeşil bir tuvalet diktiriyor, Paris’ten yeşil saç boyası geliyor. Yani saçlarını uygun hale getirecek boya. Böyle çok zengin oldukları için falan değil.

Anneanne İstanbullu mu?
İstanbullu. Mesela o zaman hiç böyle şeyler söz konusu değil. Anneannemde renkli bir karakter, mesela bir aksan duydu mu, o aksanı yapar. Benim doğum hikayem enteresandır: Ben doğuyorum, kan uyuşmazlığı var, fakat bütün tahliller yanlış çıktığı için doğumdan sonra fark ediliyor. Ben ölüme doğru gidiyorum, anneannem beni kurtarmaya çalışıyor. En sonunda otorite kurmak için bir önlük meselesini keşfediyor. Arada halloluyor, benim kanım değişiyor falan. Anneannem bunu keşfetmiş, otorite meselesinin önlükten geçtiğini. Babam anlatıyor, babam da hiç komik değildir, bir şey anlatıyorsa hiç abartılı değildir. Babam bir gün sabah çıkmış, anneannem üzerinde beyaz önlük, boynunda steteskop, arkasında asistanlar. “Bu hastaya bakıldı mı? Bu hastaya bakıldı mı?” diyerek annemin odasına doğru geliyor. Çünkü ziyaretçi saati değil, almamışlar. Bulduğu ilk forma ve steteskopu takmış. Büyük drama yani ve inanmışlar doktor hanım diyorlar. Daha da ötesi anneanneme yıllarca doktor hanım dediler, eş dost akraba öyle dalga geçerek, ismi kaldı.

Burcuna garanti veririm yay oğlak veya kovadır.
Kova, kova. Ya şimdi anneannem böyle bir karakter. Annem, erkek Fatma. Çünkü böyle bir kaotik durumda böyle bir anne. Ama tabi disiplin yok. Disiplini annem kuruyor evde, okul disiplinini, küçücükken. Kardeşinin disiplinini

Otokontrol?
Aynen otokontrol. Mesela anneannem çok sinir oluyor, annem çok ders çalışıyor diye. Eğlenceli bulmuyor bunu. Boş ver diyor ama bir taraftan da bütün notların 10 olmasını bekliyor, karnedeki yıldızlar ve parıltılara takık olduğu için. Annem mesela, gece gidiyor, yorganın altında fenerle ders çalışıyor. Ama 9 aldığı vakit annem eve giremiyor, kırık not aldım diye. Şimdi böyle bir düzende anne ve anneanne böyleyken benim düzgün çıkmama… Babaannemde kara çarşaf, Konya ağası, Konya’nın neredeyse yarısı onların. Kocasını kendi seçmiş. Gelenlerden kimseyi beğenmemiş, babasına demiş ki; ben bunu istiyorum. Çok yakışıklı bir dedem var. Mavi gözlü, sarışın. Öksüz ve yetim. Marangoz eve gelip, giden. Dedem tabi ki istiyor ki gücüne yakışan bir takım isimlerle bir araya gelinsin ama öyle olmuyor. Marangozu beğeniyor babaannem, diyor ki marangozu istiyorum koca olarak. Marangoz, Allah razı olsun diyor. Orada da öyle kadın erkil bir durumumuz var bizim. Yani hangi çocuk nerede okuyacak, orada da tam tersi din üzerinden giden bir sistem var. Oruç tutan çocuklara bisiklet alınıyor hediye. İşte imam hatip kursları açılıyor.

Annenizle babanız birbirini nasıl bulmuş?
Görücü usulü. Annemin babamla evlenmeyi kabul etmesi çok komik. Nişanlı o sırada biriyle, o zamanın nişanlısı işte. Okuldan arkadaşı istemeye gelmiş, çıkma diye bir şey yok, söz kesilmiş. Adam basketçi, çok önemli bir diplomat oldu sonra o. Adam basketçi, anneme haber vermeden turnuvaya çıkmış diye annem sinirleniyor. O sırada taliplerinden birisi babam. Annemin annesi ile babası da, babamı çok beğeniyorlar. Annem de öbürüne inat diyor ki, tamam evleniyorum. Öyle evleniyorlar, sonra çok seviyorlar birbirlerini. Bir ara boşanıp sonra tekrar evlendiler, öyle enteresan bir ilişkileri var onların da. Yani her taraftan renk fışkırıyor. Yani şimdi bunların içerisinde benim tercih ettiğim şey özgürlük oldu. Benim bütün bu olaylardan çıkardığım; ben bir kadın olarak var olmak istiyorsam, özgür olmak zorundayım. Özgürlüğün yolu iş hayatında istediğim işi seçebilmemden geçiyor, ev hayatında da istediğim eşi seçebilmekten geçiyor.

Sizin dediğiniz gibi, çocuğuma istediğim gibi yön vermemden, erkeğimi seçebilmemden, babamın istediği ya da ailemin sen bununla evleneceksin diye zoraki bir dayatma değil. Aynı şekilde de ben ekonomimi de seçebilirim.
Onu nasıl değerlendirdiğin ve kurguladığın önemli. Benim de çok kızdığım bir şey. İstanbul’da çok vardır o. Aa Nişantaşı kadını, onun kocası şu ya. Şimdi ben de şunu söylüyorum. Bu bir tercih meselesi, ne yazık ki şöyle kadınlar var. Evliliği bir meslek olarak görüp, çocuk doğurmayı da bu mesleğin garantisi.

Kayınvalideliği de meslek olarak gören anneler var.
Bu böyle ama ben bunun da yine erkek egemen toplumun bir defosu olduğunu düşünüyorum. Eğer sen kadınlara bazı görevleri metazori verirsen, o zaman kadının da kendini korumak için yapacağı şey, senin üzerinden gelen her şeyi dibine kadar kullanmak olur. Dolayısıyla sen bu tuzağı kendin yarattın. Bireysel olarak söylemiyorum, kültür olarak geçmişten gelen bir şey. Sen bir kadını, ben alırım, bakarım, çalışmasına gerek yok dersen, o kadın da senin paranı yiyecek, başkasının parasını değil. Ya da senin olanaklarından faydalanacak. Şimdi kadın tarafına geçtiğimizde, bazı kadınlar var çalışmayı tercih etmemişler veya hayat onları buraya itmiş. Böyle bir eğitimleri ya da motivasyonları yok. Ama bu kadınlar ait oldukları aileler içerisinde, güçlü adamların karıları veya güçlü adamların kızlarından bahsediyorum. Bunu neye döndürmüş; mesela arıyorum İnci Aksoy. Bütün toplum onu Erol Aksoy’un karısı olarak tanıdı. Ama İnci Aksoy hayatımda gördüğüm en üretici, en yaratıcı insanlardan birisi. Eğer İnci Aksoy olmasaydı, ne o kanallar olurdu ne de o başarı olurdu. Hepsiyle bizzat kendi ilgilenmiş, konumlandırılmış, konuşlandırılmışlığını yapmış olan İnci Aksoy. Nitekim bu iş çöktükten sonra, İnci Aksoy kendi adıyla, Türkiye’nin en önemli sanat galerilerinden ve bizi uluslararası temsil edecek kültür-sanat etkinliklerini yaratıyor. EkavArt, Türkiye’nin ilk online sanat galerisi. Bunu ben yapmadım, o, bu, şu, kocası yapmadı, İnci yaptı. Leyla Alaton, Alaton soyadı ile gelmiş bir kadın. Hayatta tanıdığım en güçlü ve buradan gelen gücü iş hayatında akla döndürmüş ve kendi adına marka olabilmiş kadın. Bunu sağda solda bilmem neler giyip dolaşarak yapmadı, çalışarak yaptı. Benim sistemim biraz farklı. Benim bu özgürlük saplantısından dolayı. Şuan eşimle doğal olarak çok tuhaf bir ilişki yaşıyoruz. Ben gece saat 4’te, 5’te çıkıyorum eve Antalya’da ya da İstanbul’da. Uyumuş oluyor. Kalktığımda ya hala uyuyor oluyor, çünkü uyumaya 2-3 saat vaktim var. Ya da, ben sızmış oluyorum, uyandığımda gitmiş oluyor. Bu belli bir dönem. Başta çok yadırgadı, çok olay çıktı, çok gerginlik çıktı. Ama buna saygı duydu, çünkü biliyor ki ben bir şeye çabalıyorum. Şimdi bunu yapmasa, hoşça kal. Bunu yapmayan adamlarla hoşça kallaştık. Yani eyvah artık ben evlendim, toplum artık beni evli bir kadın olarak biliyor, birinin eşiyim falan yapamam. Eğer ben bir fedakarlık yapıyorsam, onun da yapması lazım. Çünkü aksi takdirde ruhum kabul etmiyor bunu. Hem çalışacaksın, hem bir şey olacaksın, hem senle gurur duyarak anlatacak, hem de eve gidince, ee nerede kaldın. Kusura bakma sabaha kadar dans etmiyordum. Matbaaya iş teslim edip geldim. Buna saygı duyması gerek. Öbürüne ben de sıcak değilim, adam evdeyken kadın gezsin. Bu bana da uymaz. Beraber gezilecek ama, kadın evdeyken adam gezecek, o da uymaz. Biri uymuyorsa diğeri de uymuyor. Ben böyle sabaha kadar eşek gibi çalışırken, kocam gidip bir yerde arkadaşlarıyla kakara kikiri yaparsa içim kaçar. Yani izin veriyorum bir kadın olarak ama yapmazsa daha çok memnun oluyorum. Dağıttık meseleyi yine…

Antalya maceranız ne zaman başladı.
Antalya macerası, ilk eşimle biz Antalya’ya taşındık. Ben üniversitede okuyordum, o da üniversitede okuyordu. Fakat ikimiz de ailelerinden harçlık almayan insanlar olarak o şarkı söyleyip gitar çalıyordu akşamları, çok da iyi para kazanıyordu Allah için. Ben de TRT’ye çeviri yapıyordum. Biz okurken Ankara’da o Karpiç (?) Bar diye bir yerde söylüyordu, şarkıcı Alpay’ın sahip olduğu, onun arka orkestrasıydı. Ben de TRT’ye çeviri yapıyorum o zaman. Sonra Antalya’daki Cece Bar, hepimizin ağzını akıtan bir teklif yaptı. Dedi ki, gelin yazları burada olun. Teklif ettikleri para da, bizim bütün kış çalışmadan hayatımızı geçirebileceğimiz kadar birikim yapılabilecek bir para. Biz yazın Antalya’ya geldik, ben de nasıl olsa ha oradan yapmışım çeviriyi ha buradan yapmışım. Kargo ile otobüs ile geliyor, ben çevirileri yapıyorum yine kargo ile gönderiyorum. Fakat biz Antalya’daki hayatı çok sevdik, kışında devam edelim dedi, Cece orkestraya. Olur dedik ve dolayısıyla biz Antalyalı olduk. Fakat okul bitti o arada. Daha doğrusu git-gellerle okul uzadı. Daha doğrusu o vaktinde bitirdi de ben uzattım.

Kaç yıl burada hayat?
O hala burada, ben iki sene sonra İstanbul’a taşındım. O iş şöyle oldu. Tabi ki sahnedeki başarısı, çok yakışıklıydı, sesi çok güzeldi, performansı çok iyiydi falan. Ya biz acaba bir albüm işine mi girsek, ciddi bir işe mi döndürsek dedik.   Melih Kibar, babamın TRT döneminden ahbabı. Ben İstanbul’a gittim, Melih’e eşimi anlatmaya. O sırada özel televizyonlar kuruluyordu, Melih dedi ki; gel bir prodüksiyon şirketi kuralım. Biz Melih ile ortak prodüksiyon şirketi kurduk. Ben de eşime dedim ki; ben burada bu sistemi oturtayım, yani Almanya’ya giden koca gibi. İstanbul’da yaşamak çok pahalı ve zor bir iş, bir işimiz olsun. Sen de bu arada ilişkilerini kur, gel-git, stüdyolarına gir. Burada bir altyapımız olsun, öyle başladı İstanbul maceramız da. Ben İstanbul-Antalya arası gittim geldim

Şimdi şeyi merak ediyorum, Antalya’nın o dönemine ilişkin düşünceleriniz, Film Festivalini alışınız falan biraz onlardan bahsedelim isterseniz.
Antalya’da yaşadığım o süreç bana Antalya’yı çok sevdirdi, çünkü İstanbul ve Ankara’dan bambaşka bir şehir Antalya. İnsanın hakikatten yaşamak isteyeceği bir şehir. Türkiye’de başka hangi şehirde yaşanır, çoğu insan İzmir diyor. Benim içinse Antalya. O dönemden kalma sebeplerden.

Yine Antalyalı olacakmış gibi hissediyorum sizi.
Biz çok istiyoruz eşimle. Oradaki işleri kapatmayalım ama, merkez burası olsun, uçak çok kolay artık. Eşim eskisi gibi otel zinciri falan olsa burası olur ama artık onun da merkezi İstanbul oldu. Türkiye’ye taşındıktan sonra büyük turizm markaları oluşturmak üzerine danışmanlık gibi bir şey yapıyor. Onu kendisi anlatır artık size. Şimdi dolayısıyla, eşimin de kanında var aslında, hayatı burada magic life’lar üzerinden kurguladığı için Antalyalı olmak bizim için, zaten öyleyiz de adres İstanbul’da gibi bir duygudayız ikimiz de. İlk dönemde yaşadığım Antalya ile şimdi yaşadığım Antalya arasında çok büyük bir fark yok. Ben bunu çok seviyorum. Çünkü bu korunmuşluğu anlatıyor bana. Büyüdü metropolitan oldu, nüfusu arttı. Ama benim gördüğüm o Antalyalının tatlı hayat tarzı hala devam ediyor.
Neyse, şey, bu ilk Menderes Bey seçildiği zaman. Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı. Nasıl oldu, onlar nasıl bir araya geldiler bilmiyorum, Antalya Film Festivalini TÜRSAK yapmaya başladım. Ben o zaman yönetim kurulunda değil, danışmanıydım TÜRSAK’ın uluslararası ilişkilerinde. Cosmopolitan’dan dolayı benim geniş bir uluslararası ağım var. Cosmopolitan’ı bıraktıktan sonra da hiç de kopartmadım.

Zaten bence, Elif Dağdeviren’in girişimciliğinin belki merkezinde oturan network ağını sürekli bağlaması.
Aslında doğru. Ben şey diyim, ne iş yapıyorsunuz diyince. Networkırım diyim.

Network Hunter’da olabilir
Hiç network kaybetmeyip, hep buluşturuyorum. Doğru söylüyorsunuz. Menderes Bey TÜRSAK’a geldiği vakit hem Cosmopolitan ilişkisi devam uluslararası, hem de Ahmet Ertegün’le, New York’ta 1 sene çalışma şerefine ve şansına nail oldum. O ilişkilerden dolayı bu Entertainment World üzerine benim aldığım, orada Amerika’da da bunun eğitimini aldım. Oradaki uluslararası ilişkiler, buradaki uluslararası ilişkilerin kapısını açan şeyler oldu, Menderes Beyin ilk döneminde. İkinci dönem geldiği vakit tabi herkes gibi biz de teklif verdik, TÜRSAK olarak. Bu görüşmeler sonucunda benim direktör olarak devam edip, bir vakıfla değil kendim. Çünkü biliyorsunuz Anset yapıyor artık festivali. Anset bunu üçüncü şahıslara ihale ediyor. Onlardan biri, yani işin sinema ile ilgili kısmını organize eden taraf olarak, sinemayla ilişkili uluslararası ilişkilerini derken iş direktörlüğe döndü. Antalya Film Festivalini herkes karıştırıyor, sıradan bir film festivali gibi değil bu. Antalya Film Festivali herhangi bir kültür sanat etkinliği de değil. Antalya Film Festivali herhangi bir organizasyonda değil. Herhangi bir organizasyon şirketi de yapamaz. Bir sürü teklif geliyor hala üçüncü yılda da. İşte biz Türkiye’nin en büyük incentive’lerini yapan organizasyon şirketiyiz. Bin kişilik bilmem ne enerji kongresini yaptık, uyduruyorum. Bilmem neyin, bilmem nesini yaptık, da bunu yapamazsınız. Nitekim ilk seneden itibaren çalıştığımız herkes, seneler geçmesine rağmen yeni alacakları ekipleri, mesela Scala ile çalışıyoruz, PeraEvent ile çalışıyoruz. Hala daha yeni ekiplerini kurarken, bu festivali düşünerek de ekip kuruyorlar. Herkes yapamıyor çünkü, o kadar da zor bir iş. Ee şimdi her şeyde sinemanın etrafında konuşlandırıldığı için doğal olarak, herkesin filmler, gelen konuklar ve yan etkinlikler üzerinden soruları var. Antalya’daki matbaanın da var, Antalya’daki güvenlik şirketinin de var. Ee noldu? Ben sadece film seçmekle kalamıyorum. Güvenlik şirketine de biz brif vermek zorunda kalıyoruz, matbaaya da. Sonuçta bir direktörlük konumu ihtiyacı netleştiği için biz daha ilk seneden bunu öyle anons ettik.

Korkmadınız mı böyle bir işe evet derken?
Şuandaki durumu görseydim korkardım. Şimdi mesela sekiz yüze yakın insan çalışıyor festivalin tam döneminde. Mesela atıyorum sahada görevli olan, biletin barkodunu okutacak ekipler. Bunu yaşadım, barkod ekibi, ünlü sinemacı bilmem kimi tanımamış. Tanımayabilir genç.

Sizde bir de kapris var.
Tabi. “Efendim nasıl olur da o x kişisi, Yeşilçam’a yıllarını vermiş x kişisini tanımaz” diye bana bağırarak gelindiğini biliyorum. Üstelik de Menderes Beyin yanında, hedefleyerek yani. Bu ne saygısızlık o duysun diye. Şimdi biz ne yapıyoruz. Böyle bir olay yapılınca ne tecrübe geliyor. Cuma günü, bütün saha birimlerine saat 10’da brif vericem. Kim kimdir?

Sakal bıraktıysa adam, son güncel halleri?
Ders çalışacak hepsi. Konuklarımızın dersini çalışma brifi veriyorum. Bir de iş çoğaldı ya. Filmlerimiz, festival yolu, etkinlikler. Herkes, herkesi ve her olanı bilmek zorunda. Saha görevlisine, bizim konularımızdan yada.. Dün daha AKM’nin girişinde, gişe memurunu oturtmamış daha AKM. Bir kadın geldi programı aldı, güvenlik görevlisine hangi ünlüler geliyor diye sordu. İşi güvenlik, göğsünde güvenlik yazıyor. Hangi filmlere gidelim diye sordu güvenlik görevlisine.

Adamın dili bile dönmeyebilir belki.
Kadındı güvenlik görevlisi. Kadın dedi ki; valla biz korumakla görevliyiz hanımefendi, bize bu programları verdiler, bir de gişenin açılış saatini biliyoruz. Şimdi o kadıncağız anlayış gösterdi buna ama göstermeyen de olabilir. Der ki; AKM’nin önündeki güvenlik görevlisine sordum, güvenlik bile demek görevliye sordum filmleri bile bilmiyorlar.

Bir kadın getirip koydular başına…
Tabi. Belediyenin destekleyecisi, hatalardan belediye sorumlu olmasın diye, hata ettik İstanbul’dan birini getirdik, tabi o bilmiyordu diyor. Karşıt muhalif olanlar, bakın tabi İstanbulluyu getirirse, karşı politik görüşte olan… Tabi bir de hangi politik görüşte olduğuma da kafaları karıştı. Çünkü hiçbir şey söylemediğim için hiçbir konuda. Galatasaraylı olduğumu söylüyorum, başka hiçbir şey söylemiyorum. Aidiyet yok.

Süper, aslan Galatasaray…
Onun için bütün her yerden, kapıdaki güvenlik görevlisinin, bilmiyorum hanımefendisi bile dönüp bana yol, su, elektrik olarak gelebiliyor.

Yakında ona da laf atarlar söyleyim. Antalya’dan karnını doyuruyor, Antalyaspor demiyor, buna bi dedirttirin Menderes Bey diye. Bunu da her yerde söylemeyin bence. Çünkü artık Antalyaspor çok aktif olmaya başladı.
Hem de Alanyaspor var, bir dakika. Yani ona da dikkat etmek lazım.

Şimdi benim merakım şu Antalya’ya bu kadar düşkün bir insan olarak ve Antalya’dan ekmeğini kazanan birisi olarak, özellikle böyle güzel bir organizasyonda ekmek bir yana insanın kendini tatmin ediyor oluşu…
Ekmek hakikaten bir yana çünkü bizim yaptığımız iş sosyal sorumluluk çerçevesinde yapılan bir iş. İnsanlar bütçeleri duyunca zannediyorlar ki bu bütçeyi biz alıyoruz. Her gösterdiğimiz filmin telif ücreti var, bunu ödemek zorundasınız festival olarak. Birinci gösterime ayrı, ikinci gösterime ayrı, üçüncü gösterime ayrı. Yani üç gösterimlik hak istiyorsanız ki insanların bir filme daha çok gidebilmesi için en az üç gösterim yapmamız lazım, iki ya da üç. Bunun bir ücreti var. 135 filme ayrı ayrı ücret ödüyoruz. Her bir filmin konuğunu çağırıyoruz, soru-cevap yapabilmek için. Bunların uçağı, oteli vs. bizden. Dün EXPO ile ilgili birisi dedi ki; bilmem kaç milyon lira Elif hanım, nereye gitti bu nereye. Dedim ki; nereye gittiği görülüyor gidip baktığınızda, gidip bakın. Çiçekler, havalandırmaları, özel sulamaları, görevliler, konserleri, güvenlikleri, sandalyeleri vs. para bunlara gitti, nereye gidecek? Burada da öyle. Sayıştay’da açıklanıyor ya hani, 17 milyon lira, ne yapıyorsunuz bunu. Her bir filme para ödüyoruz, o sahada gördüğünüz, cevap veremedi dediğiniz herkes bir para alıyor. Yani 600-800 kişi.

Ki şuan askeri ücreti düşündüğünüzde 1300 ile 1500 lira.
Eğer deli olmazsanız, benim ekmeğim Antalya’dan değil, benim ekmeğim yaptığım filmlerden geliyor veya kurmuş olduğum danışmanlık şirketinden geliyor.

Burası aslında Elif’in G20’si gibi…
Evet aynen öyle. İyi iş yapıyoruz, iyi iş yaptığımız için, bilmem neresi arayıp, aa bizim işimize danışmanlık yapar mısın, diyor. Onlara ağır fatura kesiyorum işte, ağır demeyim, öyle diyince korkuyorlar, gelmiyorlar da. Burayla karşılaştırdığımız vakit. Burası, EDGE’in (Elif Dağdeviren’in Danışmanlık Şirketi EDGE Agency) hayatında dondurduğu 4 ayı karşılıyor. Yani o maaşları, o masrafı, o maliyeti, benim hayır dediğim işleri ama ekmek, yani böyle, parası için geldiler falan. Öyle bir durum yok yani burada. Şuraya ayırdığımız vakitle çalışan herkes, Pera da dahil buna Scala da dahil, o vakitte başka işler yaparak daha çok kazanır.

Bu sonuçta Türkiye’nin bir festivali ve uluslararası insanlar geliyor sonuçta. Bizim bu işten yüzümüzün akıyla çıkmamız lazım. Zaten mantık bu olmalı ve sizde de böyle olduğunu görüyorum. Peki Antalya için, hani feminist misiniz bilmiyorum, desteklediğiniz ortada ama belki kadınlar için bir proje var mı?
Bir kere şunu söyleyeyim, festivalle ilgili çok iddialıyım. Kadın pozitif ayrımcı, bunu da sevmiyorum hiçbir şeyin ayrımını sevmediğim için ama yıllarda erkekler bu ayrımcılığı yaptığı için, bu ayrıcalığın bizim hakkımız olduğunu düşünüyorum. Eşitlemek adına ayrımcılık yapıyor olmanın. Jüri üyeleri seçerken, jüride kadın dengesi çok önemli ve ne yazık ki yok. Sektörel olarak kadın nüfusu az olduğu için. Çok ağır jüri kriterlerimiz var bizim. Kadın-erkek dengesi olarak, 7 kişi ya jüri, en az 3 tanesi kadın olmak zorunda. Mesela 3 tane kadın var şuan jüride. Çok şahane, jüriyi başka yerlere taşıyacak erkek isimler var ama önce kadınlara bakıyoruz, erkek kontenjanı tamamlandıysa. Beşe, iki de olabilir. Ama yedi erkek olamaz, altı erkek olamaz jüride. Ya da seçki yaparken, bunu ayıramıyoruz tabi film daha önemli olduğu için ama. Mesela seçki yaparken, filmin adı, yönetmeni, yapımcısı, oyuncuları. O yönetmenler sütununa bakıyoruz, 4 kadın var. Aa başarılı, çünkü kadın yönetmen çok az. Şimdi, geçen seneden daha çok kadın yarışmacı var mesela. Sosyal sorumluluk projesi yaparken, film programları. Mesela göçmenleri konu aldık ya bu sene, göçmenler üzerinden bir film programı, paneller. Göçmenlerin kadınlar üzerindeki yükü. Orasından bakarak programlıyoruz. Kadın, kadın emeğini ne yapıyor Antalya’da? ASMEK. Sosyal sorumluluk ASMEK. Kadın üzerinden yaptık yine meseleyi. Yani hep festivalin içinde kadın, kadın, kadın…

Peki festivalin dışında aklınıza gelen bir şey var mı?
Çok var da, hangi birini yapacaksınız.

Şimdi aklıma geldi de, acaba biz Antalya Kadın Müzesi olarak, Antalya Film Festivali’ne yönelik bir sergi yapabilir miyiz? Sinema ve kadın üzerine…
Her şeyi yapabilirsiniz. Ben mesela burada herkese şunu söylüyorum, festival bağlamında siz bana, atıyorum, diyin ki, Olgunlaşmanın defile yapmasını istiyoruz. Ben de diyorum ki, siz bana ne yapmak istediğinizi söyleyin, ben de onu nasıl festivale bağlayabiliriz onu söyleyeyim. Sinema kahramanlarını verelim, dört ile altı tane film söyleyim ben size, onların elbiselerini diksinler, oradan esinlenerek diksinler, sinema etkinliğinin içinde yer alsınlar. Müzede sergi mi yapmak istiyorsunuz? Söyleyin bulurum ben onun cümlesini, bağlarız yani.

Peki Antalya filmini çekmeyi düşünüyor musunuz? Siz yani, Elif Dağdeviren olarak.
Ben yapımcı olarak bunu istiyorum. Sırf da bu yüzden zaten Antalya Film Destek Fonu diye bir şey başlattık. Ben yapamasam bile bunu birileri yapsın, mecbur kalsın diye, böyle bir program başlattık. Bu programın hedefi, içinde Antalya geçen filmler. Ama Antalya’nın doğasından, kültüründen, genlerinden doğmuş filmler burada yapılabilsin ve Antalyalı filmler yayılsın. Bunu Berlin yapıyor, Cannes yapıyor, Toronto yapıyor.

Yanlış bir soru soracağım: Elif Dağdeviren dünyaya tekrar gelse kadın mı olurdu?
Çok daha ağır bir kadın olurdu. Yani daha da savaşan bir kadın olurdu. Ben feminizm kavramının Türkiye’de çok yanlış oturtulduğunu ve yine bunun sorumlusunun erkekler olduğunu düşünüyorum. Demin sordunuz ya, feminist misiniz diye. Tabi ki bütün kadınlar, prensipte feministtir. Feminenlik, yani kadınlığıyla alakalı bir şey. Şimdi Türkiye’de bunu aşağılamak için, nasıl zamanında entel-dantel dediler, bunun için de feminist abla diye bir kavram oluşturdular. Çirkin, bir yer edinememiş, kavgacı kadınlara feminist demeye başladılar. Bunlar üzerinden karikatürler yapmaya başladılar. Bunları üstelik, entelektüeller, aydınlar yaptılar, o-bu yapmadı. Şimdi ben ciddi bir feministim ve bir kadının kendisini hayata sunuşunun, o kadının kendi hayatla olan ilişkisinin çok önemli olduğuna da inanıyorum. Benim şöyle bir gücüm varsa, kuaföre gidip güzelleşme ve onun üzerinden kendime daha çok güvenmek. Gideyim kuaföre. Güzel giyin, giyin! Çünkü o senin hayata kendini sunuşun. Sen güzel giyinen bir kadına, bu feminist değil, diyemezsin. Bunu kadınlar da yapıyorlar. Ay o çok bakımlı, kokoş, herhalde feminist değil. Hiç böyle bir şey söz konusu değil. Ben hayatımda hiç böyle saçma bir mantık görmedim, açıklayamıyorum şimdi. Bir kadın kendisini hayata nasıl sunmak istiyorsa, gücünü nereden alıyorsa, bırakın oradan alsın. Ha, şu benim kendi hayatıma uyguladığım bir şey değil. Bütün markalara paraları yatırayım, onu öyle yapayım falan, onun üzerinden bir güç sağlayayım, işte koluma onu takayım, elime bunu bağlayım falan. Ama ben kendimi, temiz, pak, güzel giyinen bir kadın olarak sunduğum vakit, bunun benim iletişimime, karşımdaki insana daha çok bir şey anlatmama yardımcı olduğunu biliyorum. Üniversitedeki iletişim derslerinde de bunu anlatıyorum mesela.

Hatırladığım bir şey; Madem görünüş önemli değil. Neden ben size uğur böceği dediğimde sırıtıyorsunuz da, hamam böceği dediğimde iiyyy diyorsunuz.
Mükemmel örnek. Mesela benim için koku çok önemli. Çünkü insanların yakın temasta ilk algıları ve önyargıları bir dakika içinde oluşuyor. İlk pis misin, temiz misin, nasıl görünüyorsun, kendini nasıl sunmuşsun ona, ona bakıyor. İkinci olarak, koku. Şimdi mesela dağınık bir görüntüyü, temiz bir kokuyla yok edebiliyorsun. Ama pırıl pırıl bir görüntüyü, kötü bir kokuyla yok edebiliyorsun. İnsanların bilinçaltına bir kere bile seninle ilk tanıştığında kötü kokuyorsan, istediğin kadar sonrasında temiz kok, o ilk andaki duygusunu yok edemiyorsun. Bilinçaltına yerleşiyor. Şimdi bunlara dikkat etmek çok önemli. Evet hamamböceği-uğurböceği örneği çok güzel. Kelebeği, tırtılken iğrenç buluyoruz, kelebek haline döndüğünde alıp çerçeveletmek istiyoruz. Üzerine sanat eserleri yaratıyoruz, tırtılı çerçeveleten yok.

Peki Antalya Kadın Müzesiyle ilgili düşünceleriniz nelerdir ve kadınlara vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Antalya Kadın Müzesi’ni sadece bir kadın olarak değil, Antalya’ya emek veren ve aynı zamanda da hayatını kadın meselesine adamış birisi olarak, çok ama çok önemli buluyorum. Sanırım örneği dünyada yok, bu konuda çok fazla araştırmam olmadığı için emin değilim ama bu kadar özel ve Türkiye’ye, Anadolu’ya, içinde Ana geçen topraklara yakışan bir oluşumu desteklememek ve bunu takdir etmemek mümkün değil. Ne yazık ki, Anadolu’nun diğer şehirlerinden, bu kadar parlak ürünler çıkmıyor, bu kadar parlak girişimler çıkmıyor. Benim Antalya Kadın Müzesiyle ilgili yani Antalya, Kadın ve Müzesi, bu 3 kelimenin yanyana gelmesi kadar heyecanlandıran başka bir şeyde, içerisinde hala yaşayan ve Antalya’ya emek vermiş kadınların, yani güçlü kadınların, kadın profillerinin var oluyor olması. Müze diyince, müzecilik diyince veya birini onurlandırmak diyince genellikle insanın aklına, çok büyük başarıları olmuş ve hayatı belli bir noktada sona ermiş insanlar üzerinden bir kurgu geliyor. Ama Antalya Kadın Müzesi bunu değiştiriyor ve hala yaşayan, yaşarken bu motivasyona sahip olup başka insanlara rol-model olabilecek kadınları bir araya getiriyor. Bunu çok kıymetli buluyorum. Çünkü bu içeriğin, içinde yer alan isimler, yavaş yavaş Antalya’ya ve hatta Antalya’dan Türkiye’ye yayılarak konuşmacı olarak üniversitelerde, kamusal alanlarda yer alabilirler, röportajlar verebilirler ve başka kadınlara rol-model olma işini Antalya’daki bu müzeden çıkartıp yayabilirler. Bunun bir adresi Antalya Kadın Müzesi ve bence çok önemli, çok desteklenmesi ve bütün Türkiye’ye hatta oradan dünyaya yayılması gereken marka bir oluşum diye bakıyorum.
“Kadın olmak zor, kadın olarak hayatın içinde yer almak zor. Dünyanın neresinde olursanız olun zor.”  Bu bir klişe. Bende bu klişe ile başlıyorum, şunu söylemek için; bu gerçek bir klişe. Fakat bunun üstesinden gelmek de gene kadına ait. Benim hayatımda uyguladığım ve etrafımda bunu uygulayanlarda gördüğüm en büyük güç, kim ne derse desin, hayat size ne zorluk getiriyorsa getirsin, teslim olmadan özgür ruhu kaybetmemek. Muhakkak ama muhakkak her kadının, çalışsa da çalışmasa da, kendine ait bir alanı olmak zorunda, kendine ait bir hobisi olmak zorunda. Çünkü ancak toplumdaki güç, birey olmaktan ve o bireyde de kadınlığın altını çizmekten, yani erkeğin tanımladığı kadın değil, kadının tanımladığı kadın olmaktan geçiyor. Hiçbir şekilde kabul etmeyin, saygıda kusurdan bahsetmiyorum, bireysel olarak birbirimize duyduğumuz saygıdan, ama kendi gücünüzün altını çizmek için kendi elinize alacağınız amma bir hobi amma bir etkinlik amma bir iş, bir altın bileziğiniz olmak zorunda. Bu çocuğunuz da olabilir, çok iyi eğittiğiniz çocuğunuz, herhangi bir hobi-sosyal sorumluluk projesi de olabilir, yaptığınız iş de olabilir. Ama sizi siz yapan bir şey muhakkak bulmanız lazım.

 
ELİF DAĞDEVİREN